24 Şubat 2011 Perşembe

TÜRKLER LİBYA'DAN GİDEMEZ

Libya'nın kaderiyle ilgiliyiz ve ebediyen ilgili olmaya devam edeceğiz.
Ahmet Davutoğlu


İsyan olaylarına kadar, Türk-Libya ilişkileri ne durumdaydı?

Özellikle vizelerin karşılıklı olarak kaldırılmasıyla beraber, Türkiye-Libya arası uçak seferleri on kattan daha fazla artış göstermişti. Türk şirketlerinin Libya’daki yatırımları 15 milyar doları geçerken ihracatımız da iki milyar doları aşmıştı. 25 bin Türk vatandaşı daimi olarak iş maksadıyla bu ülkede bulunmaktaydı.

Yani Türkiye açısından işler tıkırındayken Libya’da isyan hareketleri patlak verdi.

Kaddafi'nin oğlu Seyfulislam 'Libya'yı İtalyanlara ve Türklere bırakmayacağız' şeklinde beyanat verdi. New York Times’dan Landon Thomas, Viyana’da yüksek lisans ve Londra’da doktora yapan Seyfulislam için “Batı-dostu” bir sima ifadesini kullanmıştır. Seyfulislam’ın sivil toplum konusunda yazdığı doktora tezinin intihal (çalıntı) olduğu iddia edilmektedir.

Libya’nın yüzölçümü Türkiye’nin iki mislinden daha fazladır. İspatlanmış petrol rezervleri bakımından 41 milyar varille dünya onuncusudur. Akdeniz’e 1170 kilometrelik sahili bulunmaktadır.

1551 yılında Osmanlı hâkimiyetine giren Libya, 1911 yılında İtalyanlar tarafından işgal edilmiştir. Günümüzde de, başkent Trablus’un en önemli meydanı olan Yeşil Meydanda Turgut Reis’i temsil eden bir heykel bulunmaktadır. Bunun haricinde, Osmanlılardan kalma pek çok tarihi eser vardır.

İtalyanlar, iki dünya savaşı arası yıllarda ülkede korkunç katliamlar yapmıştır. Antik Yunanlar tarafından bütün Kuzey Afrika için kullanılan “Libya” ismini de, İtalyanlar takmıştır.

Eğer Osmanlı olmasaydı, belki de bugün Libyalılar Hıristiyan olurdu.

Bir tarafta, Libyalılara milli-manevi kimlik ve sayısız eser bırakan Osmanlı; diğer tarafta ise Libyalı bedevilerin yarısından fazlasını katleden, ülkedeki İtalyan nüfusunu %20’ye çıkarıp asimilasyon politikası izleyen ve memleketin ismini bile değiştiren İtalya!

Seyfulislam’ın Türklerle İtalyanları aynı kefeye koyması, büyük bir talihsizliktir.

Ahmet Davutoğlu gayet yerinde ifade etmiştir. Türkiye Libya’nın kaderiyle ilgilidir ve ilgili olmaya da devam edecektir. Ayrıca Davutoğlu’nun “Türkiye Libya'yı terk etmiyor. Libya'da en kısa sürede kamu düzeni sağlandığında vatandaşlarımız geri dönecek. Biz Libya'nın kaderini kendi kaderimiz gibi görüyoruz. Onların burnundan gelecek bir damla kanı bizim kardeşlerimizin vatandaşlarımızın kanı ile eşit sayarız” demesi Seyfulislam’a adeta bir cevap olmuştur.


KADDAFİ VE LİBYA DEVRİMİ

Libya’da geçtiğimiz Salı günü başlayan hükümet ve Kaddafi karşıtı protestolar gün geçtikçe kana bulanıyor. Başbakan Bağdadi El Mahmudi ve ülkeyi 41 senedir fiilen yöneten Muammer Kaddafi’nin istifasını isteyen göstericiler, keskin nişancılar tarafından kurşunlanırken, onlarca kişi gözaltına alındı. Hükümetin iletişim araçarını bloke etmeye çalıştığı da gelen bilgiler arasında.

Peki Kimdir bu Kaddafi:

Libya Üniversitesi Hukuk Fakültesi Tarih Bölümü’nü bitirdi (1963). Daha sonra Bingazi’deki Askeri Akademi’ye girdi. Mezun olduktan sonra İngiltere’ye giderek askeri alanda uzmanlık eğitimi gördü (1966). 1956′da Arap milliyetçiliğinden etkilenerek antisiyonist hareketlere katıldı. Okul arkadaşlarıyla birlikte, ileride Özgür Subaylar Hareketi adını alacak gizli bir örgüt kurdu (1959). 1969′da yüzbaşılığa yükselen Kaddafi, bu gizli örgüte dayanarak, Kral I. İdris’e karşı darbe yaptı (1 Eylül 1969). Albay rütbesi alarak silahlı kuvvetler komutanı oldu. Devrim Komuta Konseyi adına denetimi ele geçirip anayasal kuruluşları feshetti. İslam ilkelerine dayanan yeşil sosyalizm kuracağını açıkladı. Arap birliği için çalışacağını, bağımsız ülkelerle birlikte ırkçılığa, sömürgeciliğe ve toplumsal ezgiye karşı çıkacağını söyledi. ABD’nin Kaddafi’yi tanıması üzerine kral görevini terketti (7 Eylül 1969).

Cemal Abdülnasır’ı örnek alan Kaddafi, Mısır’da gerçekleştirilen reformları kendi ülkesinde de uygulamaya başladı Yeni anayasa hazırlanınca başbakanlık ve savunma bakanlığı görevlerini üstlendi (16 Ocak 1970). İngiliz askeri üstlerini ve birliklerini ülkeden çıkardı. Petrol şirketlerini ulusallaştırdı. İtalyan ve Yahudi azınlığın mal varlığına el koyarak onları göçe zorladı.Kıbrıs Barış Harekatında ABD’ye kafa tutarak, Türkiye’ye yardım etmistir. Nasır’ın ölümünden sonra Arap dünyasında onun rolünü üstlenmeye çalıştı. Kimi Afrika ülkelerindeki Müslümanlara ve Arap ülkelerindeki sol eğilimli hareketlere destek oldu. SSCB’yle yakın ilişkiler geliştirdi. Afrika Birliği Örgütü’nün dönem başkanlığını yaptı (1982-1983).

Özgür Subaylar Hareketi
Libya Üniversitesi’nde tarih okuduktan sonra askeri akademiye giren Kaddafi’nin düşünceleri, o zaman pek çok Arap ülkesinin ordusunda olduğu gibi Mısır lideri Cemal Abdülnasır’ın etkisiyle şekillenmeye başladı. Siyonizm ve İsrail karşıtlığı ile Arap milliyetçiliğini bir araya getiren düşüncesiyle ilk politik eylemlerine 1956 yılındaki Süveyş Krizi sırasında girişti. Daha askeri akademideyken Abdülnasır’ın krallığı devirmesine giden yolu açan “Özgür Subaylar Hareketi” benzeri cunta faaliyetlerine girişti. İleri askeri eğitimini ise İngiltere’de tamamladı.

1 Eylül 1969 tarihinde, Kaddafi’nin başında bulunduğu bir grup subay, Libya Kralı İdris sağlık sorunları nedeniyle Türkiye’de tedavi görürken yönetime el koydu ve İdris’in yeğeni Seyyid Hasan er Rida el Mehdi es Sanusi’yi tahttan indirerek ev hapsiyle cezalandırdı. Libya’da monarşi devri kapanmış ve Libya Arap Cumhuriyeti kurulmuştu

Monarşiyi ortadan kaldıran subayların lideri Muammer Kaddafi, biraz abartılı bir şekilde “çağın yeni Che Guevara’sı” olarak adlandırılırken, Arap dünyasında emperyalizm karşıtı birçok örgütün gözünü diktiği ve etkilendiği liderdir artık. Emperyalizme karşı mücadele eden silahlı-silahsız birçok kuruma yardım eden Kaddafi, Afrika’daki solcu gerilla savaşlarına da maddi ve ideolojik desteğini esirgememişti.

Kaddafi’nin başkanlık ettiği bir Devrimci Komuta Konseyi Libya’nın yönetimini devralırken, 1970 yılında sıfatlarından birisi de “Başbakan” oldu, buna rağmen 1972′ye gelindiğinde Başbakanlık görevini bıraktı. Genelde düşük rütbeli cunta liderlerinin yaptığı gibi kendisini generalliğe yükseltmekten imtina eden Kaddafi, yüzbaşılıktan albay rütbesine terfi olmayı ise kabul etti.

Gazeteci Nuh Gönültaş, 9 Ekim 1996 tarihinde kaleme aldığı “Kaddafi Türk Harbiyesi’nden mezun” başlıklı yazısında şunları yazar:

“Kaddafi askeri eğitimini Türkiye’de yaptı. 27 Mayıs 1960 darbesi sırasında Kaddafi bir harp okulu öğrencisiydi. Kaddafi Ankara’daki Kara Harp Okulu’nun 1962 mezunudur. Kaddafi ile birlikte Libya’da ihtilali gerçekleştiren Abdüsselam Callud da Türk harbiyesinden mezun. 1962-63 eğitim yılında Harbiye’nin dil okulunda da kurs gördüler. Talat Aydemir Türkiye’de ihtilale kalkıştığında Kaddafi ve arkadaşları harp okulunda eğitimlerini sürdürüyorlardı. İhtilal için havalanan savaş uçakları gökyüzünde dolaşırken Dil Okulu’nun yetkilileri onları koruyabilmek için sığınaklara gönderdi.”

23 Şubat 2011 Çarşamba

BLOGSPOT'TAKİ İLK YAZIMIZ "İSLAMDA MİLLİYETÇİLİK"

İslâmın mensuplarını dâvet ettiği câmia (ümmet) gerçekleştiği takdirde hiçbir müslüman fert ve gurup bu câmianın dışında kalmayacak, ona dahil olacaktır. Milliyet ve milliyetçilik bu câmianın dışında kalmaya ittiği ve sebep olduğu zaman -İslâm yönünden- meşruiyyetini kaybeder. Böyle bir câmia fiilen gerçekleşmemiş veya bozulmuş olursa müslümanların guruplar (bu arada kavimler, bu mânâda uluslar) halinde birlikler, toplum yapıları oluşturmaları birlik ve değerlerini korumak için gerekli tedbirleri almaları tabiî ve zaruridir. Bu zaruretle karşı karşıya bulunan gurup (topluluk, toplum) bugün anlaşılan mânada bir ulus/millet ise milliyetin temel unsuru (kimliğin belirleyici öğesi) İslâm olacaktır. Toplum, mevcut yapısını tarihi bir zaruret ve ârıza olarak görecek, imkânların elverdiği ölçüde ümmet yapısına geçmeyi, bu yapıda birleşmeyi amaç edinecektir. Bu kayıt ve şartlar içinde ve bu mânada bir milliyet ve milliyetçilik meşrûdur ve günümüzde zaruridir.

Bugün dünyada elliden fazla İslâm ülkesi vardır ve müslümanların kimlikleri üç unsurdan oluşmaktadır: Dini, kavmiyeti ve ülkesi. Günümüzde bir müslüman "T. C. vatandaşı, müslüman, Türk", "İran İ. C. vatandaşı, müslüman, Farısî", "A.B.D. vatandaşı, müslüman, zenci" ...şeklinde tanımlanmaktadır. Müslüman hangi ülkenin vatandaşı ve hangi kavmin, etnik gurubun mensubu olursa olsun her şeyden önce müslümandır, sonra bir ülkenin vatandaşıdır, sonra da bir etnik gurubun mensûbudur. Bu sıra bozulmadığı, her bir unsurun hakkı verildiği, amaç bölünme değil, bütünleşme olduğu müddetçe müslümanlar arasında kimlik farkı kısmen tabiî ve kısmen zaruri olarak meşrûdur, zararsızdır, faydalıdır, Kur'an'da yer alan "tanışmanız, tanımlanabilmeniz için sizi guruplara ayırdık" buyruğuna uygundur.

Gerçeğe (vakıaya), bilime ve dine göre insanların tamamı tek bir ırka, etnik ve kültürel kökene dayanmıyorlar; inancımıza göre bir ana ve babadan türemiş olmalarına rağmen, çeşitli sebeplerle sosyal, kültürel ve etnik guruplar oluşmuş, ortaya -halk deyişiyle- yetmiş iki buçuk "millet" çıkmıştır. Kur'an dilinde bu guruplara "kavm, şu'ûb ve kabâil" deniyor. Allah, yarattığı insanları kavim, şuûb ve kabâil olarak farklı kılmasını "te'âruf" hikmetine bağlıyor. Teâruf kelimesi "irfan ve marifet" kelimeleriyle aynı kökte birleşiyor. Buna göre bir kabile, kavim, ümmet...değil, birden fazlası vardır ve bu farklılığın hikmeti, sebebi fert ve topluluk olarak insanların tanınmasını, gerektiğinde birbirinden ayırılmasını, bütün insanlığa ait kültür ve medeniyetlerin farklı renklerinin ve şekillerinin oluşmasını, Allah'ın en büyük eseri olan insanlığın bütün marifetini ortaya koymak üzere yarışmasını...sağlamaktır. Kur'an'da "millet", bir dine bağlı insan topluluğu, bir insan topluluğunu çerçevesine alması bakımından din manasında kullanılıyor. Etnik ve kültürel farklılıklar ise daha ziyade kavm kelimesiyle ifade ediliyor. Ümmet kelimesi de "bir din üzerinde birleşen, aralarında ortak inanç ve değerlerin bulunduğu, birlik ve beraberlik içinde yaşayan bireylerden oluşan topluluk" manasında kullanılıyor (Kur'an'da bu kelimenin başka manalarda da kullanıldığı olmuştur).

İnsanların farklı etnik ve kültürel aidiyetlerinin bulunduğu tabîî (yaratılış gereği) bir gerçek olduğuna göre dinin bunu reddetmesi düşünülemez. Dinin reddettiği ırkçılık (kavmiyet), kendi kavmini, bu manada milletini, dine ve evrensel değerlere göre değil de sübjektif ve hissî değerlendirmeye göre üstün bilmek, başkalarını hor görmek ve egoizme saparak "ötekilere" zulmetmek, hak ve hukuku çiğnemektir. Eğer buna birileri milliyetçilik diyorsa, bu manada bir milliyetçilik de İslam'a aykırı düşer.

Bir fert veya topluluk kendini mesela "kürdüm, müslümanım, filan yerliyim, filan ülkenin vatandaşıyım..." diye tanımlayabilir. Kendini böyle tanımlayan bir fert ve gurup, "bizi biz yapan kürtlüğümüz ve müslümanlığımızdır" da diyebilir; evet o gurubu diğerlerinden ayıran iki önemli özellik bunlardır. Buraya kadar dine aykırı hiçbir nokta yoktur. Ama ben "Kürt, Türk, Arap, Farsî, İngiliz..." olduğum için başkalarından üstünüm, ben imtiyazlıyım..." derse İslam'a aykırı bir değerlendirme yapmış olur.

Müslüman kavimlerden biri de Türkler'dir. Bu kavim (bu manada millet) bin yıldan fazla bir zamandan beri müslümandır. Kendini tanımlarken de yalnızca "Muhammed ümmetindenim, müslümanım" dememiş, bunlara ek olarak "Karahanlı, Selçuklu, Osmanlı..." da demiştir; evet mesela Osmanlıyı başkalarından ayıran iki önemli özellik "müslümanlığı ve Osmanlı Türkü" oluşudur. Türklük "gövde", müslümanlık "inanç, ruh ve düşünce" gibidir; böyle bir tanımlama gerçeğe de dine de uygundur. Türk'ü, Kürd'ü, Arab'ı ve diğerlerini birleştiren unsur dindir, müslümanlıktır; farklı olan özellik dine aykırı bir değerlendirmeye ve uygulamaya tabi tutulmadıkça ortada bir problem de yoktur, olmamalıdır. Bugün Türkiye'de yaşayan insanların kahir çoğunluğu Türk olduğu için (az çoğa tabidir kuralına göre) milletin adına Türk, ülkenin adına da Türkiye demek sakıncalı değildir ve tefrika konusu yapılmamalıdır; ama bu, milletin bütün fertlerine Türk deme sonucunu da doğurmaz.

İnsanın iyi bir müslüman olabilmesi için etnik aidiyetinden uzaklaşması, sıyrılması gerekmez, bu aidiyet içinde iyi bir müslüman olabilmek için başkalarıyla yarışması gerekir; bu şuur ve yarış, adı ne olursa olsun İslam'a aykırı değildir.