6 Mart 2011 Pazar

MALCOM X & MALİK EL ŞAHBAZ

Amerika’da, statükonun ürettiği siyah düşmanlığına karşı asil bir duruş sergileyen Malcolm X’i hatırladığımız zaman, beynimizden damarlarımıza yayılan bir hareketlilik söz konusu olur. Malcolm’ü az-çok tanıyan her insan, hücrelerindeki bu anlık değişimi mutlaka fark etmiş, hatta fark etmekle kalmayıp, Malcolm’ün o derin bakışıyla yüzleştiğini hissetmiştir.

İç dünyamı şöyle bir yokladığımda, “Malcolm beni neden bu kadar etkiliyor” diye düşünürüm. Karşıma çıkan yüzlerce cevaptan bana göre en değerli olanı şudur: Onunla aynı dönemde yaşamamış, dolayısıyla bizzat onu görmemiş bir insan olarak sadece fotoğraflarında ve vidyolarında gözlemlediğim samimi ve bir o kadar keskin bakışları.

Konuşma yaptığı yüzlerce toplantıda özgürlük manifestosu dillendirmesinin yanı sıra, şehit edildikten sonra geride tek kuruş miras bırakmaması dikkate değerdir. Özgürlük savunucularının arkalarında milyonlarca dolarlık servetler bırakarak fani aleme göçtüğü dünyamızda, eline geçen paraları son kuruşuna kadar mücadelesine harcayan Malcolm X’in bu tavrını önemsiyorum. Şunu da belirtmekte fayda var. X’in bu tavrını önemsemek sermaye düşmanlığı yaptığımız anlamına gelmemeli.  Bu durum Malcolm X’in özgürlük mücadelesini diğer özgürlük mücadelelerinden ayrı kıldığı için dikkatimi çekiyor. Çünkü samimiyet ancak bu kadar somutlaşabilir.

Geçtiğimiz aylarda Türkiye’ye gelen; Amerikalı Müslümanların yaşam koşulları ve Amerika’daki Müslüman algısına dair kapsamlı açıklamalarda bulunan Kara Panterlerin Efsanevi Lideri Dhoruba El Mücahid Bin Vahad’ı hatırlayacaksınız. Dhoruba, Amerikan Devleti’nin siyah vatandaşları yozlaştırmak için çeşitli faaliyetler yaptığını, özellikle hip-hop müzik ve popüler kültürün diğer araçlarının ürettiği starlar vasıtasıyla yozlaşmaya ivme kazandırdığını, bu bağlamda gençlerin düşünemez hale getirildiğini ve sonuçta gençlerin toplumdan soyutlanarak pis işlere bulaşmak zorunda bırakıldığını söylemişti. Günümüz Amerika’sında hakim olan bu ideoloji Malcolm X’in gençlik döneminde de revaçtaydı ve o zaman da siyah gençlerin hareket alanları daraltılıyordu. Böyle bir ortamda yetişen Malcolm de gençliğinde bu akıntıya kapılmış, kurduğu çete ve yaptığı yasadışı işlerle statükonun bir parçası haline gelmişti.

Yaptığı kanunsuz işlerden dolayı tutuklanarak cezaevine gönderilen Malcolm X’in değişim süreci hapishanede başlamıştı. Kendi ifadesiyle hapishane onun için rahatça düşünebildiği bir okul olmuştu. Hapishane günlerinde arkadaşlık kurduğu, çok güzel konuşan ve sürekli kitap okuyan Bimbi isminde bir adam vardı. O Malcolm’ün hayatının şekillenmesinde başat rol oynadı. Malcolm bu dönemde hem geçmişinin ruhunda bıraktığı derin izleri silmeye çalışıyor, hem de sürekli olarak kendisini yeniliyordu. Özellikle, hapishanenin kütüphanesinde bulunan bütün kitapları okudu. Vaktinin büyük bir bölümünü kütüphanede geçiren X, hem okuyor, hem düşünüyor, hem de sorguluyordu. Bu anlamda onun en büyük aksiyonu zihninde gerçekleşmişti. Müslüman olan kardeşinin vesilesiyle İslam ile şereflenen Malcolm’üm Elijah Muhammed’e tabi olması, aksiyonunun madde planına taşınmasıydı.

Hapishanedeyken mektuplaştığı Siyah Müslümanlar Hareketi’nin Lideri Elijah Muhammed’in, tahliye edildikten sonra bir numaralı hatibi oldu. Etkileyici ve sağlam bir hitabeti vardı. Dolayısıyla kendisini dinleyenleri etkiliyor, ağzından çıkan her söz kabul görüyordu. Bununla birlikte Elijah’a yakınlığından dolayı hareket içerisinde düşmanları da çoğalıyordu. Ayrıca Malcolm İslam ile şereflenmiş fakat henüz İslam’ı tam anlamıyla idrak edememişti.

Elijah’ın örgütlediği siyah ırkçı yaklaşım bir nevi statükonun çatışmayı arzulayan ve teşvik eden yapısına hizmet ediyor, Elijah’ın yaydığı İslam’a dair yalan-yanlış bilgiler de siyah Müslümanların zihinlerini kirletiyordu. Malcolm X ancak bir noktaya kadar sabredebilirdi. Kennedy suikasti sonrasında basına yaptığı bir açıklama yüzünden Elijah Muhammed tarafından kendisine konuşmama cezası verilmişti. Bu olaydan sonra Elijah ile arası açılan Malcolm’ün kafasını, Elijah hakkında ortaya atılan iddialar karıştırmaya başlamıştı.

Malcolm X bu süreçte Hacc’a gitti. Beyazları mutlak düşman olarak gören bir ideolojinin içinde yetişmişti. Fakat, Hacc’da yaşadıkları çok farklıydı. On binlerce beyaz Müslümanla birarada Allah’a ibadet etmiş, birlikte oturup birlikte kalkmış, yiyeceklerini bile paylaşmıştı. Onun yabancısı olduğu İslam kardeşliği, hakikati bulmasına yardımcı oldu. Hacc’da gördüklerini ve yaşadıklarını Mekke’den yazdığı mektupla Amerika’daki kardeşlerine iletti ve ismini de El Hacc Malik El Şahbaz olarak değiştirdiğini söyledi.

Malcolm X’in değişen görüşleri Amerika’da şok etkisi yaptı. Nitekim, siyahların da beyazlarla birarada yaşayabileceğinden bahsediyordu. Yaşanan bu gelişmelerden sonra Malik El Şahbaz, Elijah Muhammed tarafından sözde dinden çıkarılarak cemaatten kovuldu.

Geçmişine ikinci kez kalın bir çizgi çeken Malik El Şahbaz, Amerika’ya döndüğünde Afrika - Amerika İslam Birliğini kurdu. Siyahlar ve beyazlar ayrım olmaksızın bu birliğe üye olabiliyordu.

Malik El Şahbaz, artık İttihad-ı İslam’ı savunuyor, bütün dünyada İslam Kardeşliği fikrine vurgu yapıyordu. Elbette ki bu görüşleri statükonun hoşuna gitmedi. Ayrıca Elijah Muhammed ve örgütü tarafından büyük tepki gördü. Artık eskiye nazaran daha çok düşmanı vardı. Çünkü düzenin temel direklerinin yanı başında hiç de azımsanmayacak büyüklükte bir dinamit patlatmıştı.

Ve şehadeti.
21 Şubat 1965 tarihinde konuşma yapacağı salonda herkes yerlerini almıştı. En ön sırada eşi ve çocukları oturuyordu. Konuşmasını yapmak için kürsüye geldi. Konuşmasına başladığı sırada salonda bir ses yankılandı: “Çek elini cebimden”. Dikkatler o noktaya yöneldiği anda salonda bir kargaşa çıktı. Malik El Şahbaz kardeşlerine sakin olmalarını telkin ederken silahlar ardı ardına patladı. Malik vücudunun çeşitli yerlerinden aldığı onlarca kurşun yarası sonucunda şehit oldu.

Şehadetinin üzerinden geçen 43 yıla rağmen Malcolm X’in aksiyonu kalplerdeki yerini koruyor. Nasıl ki Endülüs’ün yüreğimizde dinmeyen çağrışımları varsa, Malik El Şahbaz’ın da başta özgürlük, Müslüman kardeşliği ve İslam birliği olmak üzere günümüzde haddinden fazla ihtiyaç duyduğumuz ve ruhumuzda derin izler bırakan çağrışımları var. Bir isim olmaktan ziyade Malcolm X tavrıyla, duruşuyla ve aksiyonuyla kalplerimizde ilelebet yaşayacak. Sadece o dönemin Amerikalı Müslümanlarına değil, bugünün ve geleceğin Müslümanlarının da kalplerine hitap eden söylemleri unutulmayacak:

bir taş at.
bir taş daha at.
bir şiir ateşle.
bir yumruk yükselt.
sesini yükselt.
bir çocuk yetiştir.
duvara bir slogan yaz.
şehitleri an.
bir hayal kur.
tarihine sahip çık.
sokaklara sahip çık.
bir slogan at.
bir tohum ek.
bir ateş yak.
terle.
bir yara sar.
bir dosta sevgi göster.
hakikati söyle.
arkanı kolla.
gökyüzüne bak.
iz bırakma.
aklını kullan.
işçilerden öğren.
bir yoldaşa öğret.
bir hücreyi ziyaret et.
bir savaş esiri kurtar.
kendi kalbini çal.
parolayı aklında tut.
bir füzeyi calişmaz hale getir.
bir fıkra anlat.
bir plan yap.
bir umut ışığı ol.
ismini değiştir.
bir teoriyi test et.
bir dogmaya meydan oku.
korkunu kullan.
bir damla gözyaşı akıt.
hainlerle hesaplaş.
ağırlığını hakkıyla taşı.
sevmek için mücadele et.
sevdiğini söyle.
sınırı aş.
sevdiğini bir daha söyle.”

Malcolm X

BİR PORTRE, BİN ÇEHRE: CEMİL MERİÇ...

“Ve adam tırmanıyordu.
 Musa’nın gözlerini kamaştıran nur,
Kavurdu gözbebeklerini…”

Bazı insanlar bizden farklıdır. Aramızda yaşarlar. Bizim tanık olduklarımıza tanık olur, bizimle aynı atmosferi teneffüs ederler.  Zaafları, isyanları, öfkeleri bizimkine benzer; ama yine de bir başkalık vardır onlarda. Onlar da severler ancak sevgi en çok onların kelimelerinde tarifini bulur. Ürperti en çok onların kaleminden döküldüğünde ruhlara sirayet eder. Bir Facianın Hikâyesi’ni en çok onlardan dinlerken ruhumuz karıncalanır. Bu Ülke’nin serencamını en güzel onlar ifade eder. Onlar aramızda yaşar; telaşlarımızın, hesaplarımızın, çırpınmalarımızın arasında, şehrin dağdağasının ortasında yaşar; fakat asude bir hayat sürerler. Bazılarımıza göre fildişi kulelerinde, bazılarımıza göre ise sırça köşklerinde hayata dokunmaya ve onu yorumlamaya çalışırlar. Ama yine de çok iyi biliriz ki onlar bizlerden farklıdır. Kiminin, “Kulaklarında bir ses uğulduyordur. Kimsenin duymadığı bir ses…” Ve acımasız bir dünyayı kelimelerle yumuşatmaya çalışıyordur.(C. Meriç) Kiminin, “Düşüncesinin kanatları arşın ufuklarına çarpa çarpa kanamaktadır.”(Necip Fazıl) Kimi; “Tanıklık, sorumluluktur.” (Ali Şeriati) Der ve hayatını bu söze şahit kılar. Kimisi ise, “Birkaç teli kırılmış bir enstrümanın yanık inlemesine” benzetir yazdıklarını. (Nurettin Topçu) Çoğu kimseden farklıdır onlar. Kim bilir belki de farkında oldukları için bizden bu kadar farklıdırlar…    



Karanlıkta Bir Çığlık

Ölümünün yirminci yıl dönümünü idrak ettiğimiz şu günlerde bizler de merhum Cemil Meriç’i yâd etmek ve selamlamak istedik. Meriç, anlatılması zor bir aydın. Onu anlatmanın zorluğu biraz da kategorize edilemezliğinden kaynaklanır. Cemil Meriç’in eserlerinin bütünü incelendiğinde onu bir zümreye, ideolojiye veya ekole iliştirmenin zorluğu daha iyi anlaşılır. Marksist tezler, liberal görüşler, Osmanlıcı yaklaşımlar, İslami prensipler, Hint ve Uzakdoğu öğretileri, Batı merkezli analizler veya doğucu refleksler… Bütün bu terkiplerin onun anlam örgüsünde kendine özgü bir yeri vardır. Kitaplarından birinin isminden hareketle söylenecek olursa, tam anlamıyla bir Kırk Ambar’dır onun fikir dünyası. Bilgiye susamış bir aydının önüne çıkan her suyu yudumlaması, her aydınlığa koşması, her hakikat kıvılcımına atılmasıdır ilk göze çarpan özelliği. Kendi ifadesiyle; bedeni, ruhu ve zihni aç olan bir kişinin canhıraş bir şekilde hakikat yolculuğuna koyulmasıdır.

Meriç, kitapların arasında kıtaların mirasını fethe çıkar. Büyük anlatıların semtine uğrar, mistik öğretilerin vadilerinde soluklanır; aklın, tenkidin ve tekniğin duraklarında bekler. İrfanın künhünü araştırır. Edebiyatın sarp uçurumlarında pusulasız gezinir. Durmaz… Durmayı düşmek, eskimek, aşınmak ile eşdeğer görür. O aradıkça yol da yolculuk da uzar. Düz menziller çetrefilli patikalara, berrak sabahlar sisli zamanlara karışır. Sanki o bulmaktan çok aramaya yazgılıdır…  Ve her arayışı ona yeni bir çehre kazandırır. Silinen her çehreden geriye silik izler kalır. Ortaya bir portre çıkar: Bir adam ve bin çehre…

Bu kadar çok çehresi, tercihi ve öyküsü olan bir aydın için söylenebilecek en manidar ifade belki de şudur: Karanlıkta kopan bir çığlık. Aradığı aydınlık uğruna gözlerini feda eden bir aydının çığlığı. Gözlerindeki ışığın günden güne solmasına karşın kalbindeki ve kafasındaki aydınlığı an be an çoğaltan bir “fikir işçisi” Evet o bir fikir işçisidir. “Düşüncenin kuduz köpek gibi kovalandığı” bir ülkede mütecessis bir fikir işçisi...



Kelime Kuyumcusu           


“Kelime küfür, kelime dua, kelime büyü…”

Meriç’in en belirgin vasıflarından birisi, kelime seçimindeki sıra dışı hassasiyeti ve kendine özgü üslubudur. Kelimeler onun kaleminden döküldüğünde çarpıcı çağrışımlara ve yeni anlamlara bürünür. Kelimeler cümlelere, cümleler bir çağlayana dönüşür. Cemil Meriç’te kelime seçimi histerik bir takıntıya dönüşmüştür dense yeridir. Kendine has üslubu muhafaza etmek için yer yer anlamı ikinci plana attığına dahi tanık oluruz; ama ahenkten ödün verdiği vaki değildir. Kafiyeli, canlı ve vurucu ifadeler elde etmek için bazen doğruluğu tartışmalı cümleler kurmaktan sakınmaz. Kelimelerle illüzyon yapar Meriç. Bir ateş ırmağını andıran konuların üzerinden kelimelerden köprüler kurarak geçer.

Onu yazı dünyasında ayrıcalıklı kılan da sözünü ettiğimiz serazat üslubu ve sözcüklerle kurduğu muazzam ahenktir. Kendisinden sonraki birçok yazarın onun düşüncelerinin peşi sıra gittiği belki söylenemez; fakat üslubunun birçok kalem erbabını etkilediği bir gerçek
Doğu-Batı: Bir Kadim Mukayese:



Cemil Meriç’in üzerinde en fazla durduğu konuların başında Doğu ile Batı Medeniyetlerinin mukayesesi gelir. Gençlik günlerinden olgunluk dönemlerine kadar dikkatini Batı edebiyatı ve düşüncesi üzerine teksif eden Meriç, hayatının ileriki dönemlerinde yüzünü daha çok Doğuya çevirmiştir. Fakat Meriç, Doğu’yu, çoğunlukla genellemeci ve Batı menşeli öngörülerden hareketle irdeler. Oryantalist tuzaklara dikkat çeken bir aydın olmasına rağmen, zaman zaman kendisinin de sözünü ettiği tuzaklara kapıldığı söylenebilir.

Meriç’e göre Batı aklın, Doğu ise irfanın anavatanıdır. Doğu şiirsel, Batı rasyoneldir. Doğunun kapısı durağan bir huzura; Batının kapısı dinamik bir karmaşaya açılır. Batı afakî, doğu enfüsi hakikatlerin müştakıdır. Doğu gizemin, Batı ise kaosun yurdudur. Batıdan tenkit, Doğudan teslimiyet devşirilebilir. Doğu bütünüyle ruh, batı kaskatı madde… Örnekler çoğaltılabilir. Cemil Meriç’in yaptığı bu tasnifin iki coğrafyayı anlama noktasında ideal bir ölçü sunduğu pek söylenemez ve yapılan tasnif fazlasıyla oryantalist izler taşır. Elbette medeniyetlerin kendilerine özgü karakteristik özellikleri vardır. Bu özellikler farklı zaman ve koşullarda baskın bir özellik gösterebileceği gibi çekinik bir hüviyete de bürünebilir. Doğuyu yalnızca hissin, hayalin ve ruhsal arınmanın coğrafyası olarak nitelemek bazı soru işaretlerini de beraberinde getirecektir. İslam medeniyetinin pozitif bilimlere, felsefeye ve sanata yaptığı büyük katkıları ve Uzak Doğu uygarlıklarının önemli bilimsel buluşlarını Cemil Meriç’in sunduğu şablon ile açıklamak nerdeyse imkânsızdır.


İlginçtir. Cemil Meriç’in Ortadoğu’yu Anadolu’yu tanıması Hindistan ve uzak doğu bilgeliğini keşfinin akabinde gerçekleşmiştir. Bir Dünyanın Eşiğinde isimli eseri, Meriç’in Doğu incelemelerinin miladını teşkil eden önemli bir eseridir. Batılı düşünürlerin Avrupa’yı etkisi altına alan katı pozitivizmden ve maddecilikten kaçarak soluklandıkları bir coğrafya özelliği taşıyan Hint coğrafyası, Meriç içinde bir sığınak olmuştur. Meriç o zamana kadar içinde bir yabancı gibi yaşadığı toplumun farkına, İran ve Hint kültürleri üzerine yaptığı incelemelerden sonra varabilmiştir. Meriç’in kendi coğrafyası ile yüzleşmesindeki bu gecikme İslam medeniyetini ve onun göz kamaştıran mirasını daha sınırlı ölçüde incelemesinin gerekçesi olarak görülebilir. İslam’ı yıllarca batılı yazarların bakış açısı ile öğrenen Meriç, yalnızca ömrünün son demlerinde İslam’ı birincil kaynaklarından hareketle incelemiş ve İslami dünya görüşüyle bağ kurmuştur. Söz konusu gecikme, Meriç’in biyografisinde karşımıza çıkan bazı düşünsel buhranlarının ve ameli noktadaki eksikliklerinin en önemli nedeni olabilir. Batı coğrafyasını birçok Batılı ansiklopedistten daha iyi irdelemiş olan Meriç, maalesef İslami öğretiyi aynı kuşatıcılık ile inceleme fırsatı bulamamış ve dolaylı bilgiler ile yetinmiştir.


Yakın Tarihe Yolculuk:

Cemil Meriç’in, Osmanlı devletinin en buhranlı dönemi olan batılılaşma dönemini, Tanzimat Fermanı(1839) ile başlayan sancılı süreci ve Cumhuriyetin kuruluş yıllarını tarihsel arka planı ile birlikte inceleme gayreti içerisinde olduğu görülür. Özellikle yakın tarihin kültürel kırılmalarını ve düşünsel değişimlerini inceleyen Meriç, söz konusu dönemi fikirleriyle etkileyen Batıcı, Turancı ve İslamcı akımlardan ve bu akımlara yön veren öncü şahsiyetlerden hareketle, bir yakın tarih analizi yapmıştır.

Mazinin bilinmesini önemser Cemil Meriç. Geçmişinden kopuk, dününden bihaber nesiller onu fazlasıyla endişelendirir. Kültürün yeni kuşaklara transferinin gerekliliğini sık sık dile getirir. Bundan ötürüdür ki, tarihin hafızasında ve zamanın fanusunda unutulmaya terkedilmiş mütefekkirleri ve nitelikli eserleri gün ışığına çıkararak okuyucunun dağarcığına katar.

Cemil Meriç eleştiriyi fazlasıyla önemser. Fakat bazen bu duyarlılığı eleştiriyi bir bilgi mancınığı gibi kullanmasına sebep olmuştur. Bazı eleştirilerinde aşırı yüceltmenin, bazılarında ise ölçüsüz kıyıcılığın emarelerine rastlamak mümkündür. Meriç, bazen dilini bir kılıç gibi kullanmaktan çekinmez.  Tahlil ettiği eserleri ve eser sahiplerini mağrur bir eda ve istihza ile okuyucusuna takdim eder.

Uçurumun Kıyısında Uyanan Şuur


Meriç’in uğradığı düşünce izleklerinden ilki Marksist dünya görüşüdür. Gençlik yıllarında Marksizm’i adaletsizliğe ve sömürüye karşı bir direnç noktası olarak gören Meriç, içerisinde bulunduğu manevi buhran ve anlamsızlığın anaforundan kurtulmak için Marksizm’in sınıfsal eşitlik söyleminde teselli arar. Meriç’in Marksist dünya görüşüne yönelişi bir kaçış ve sığınak aramadır aslında:


“Gençliğim Allahsız bir vadide akan başıboş bir ırmaktı.”

“İmandan şüpheye, şüpheden inkâra, inkârdan maddeciliğe geçiş… Ama şuurundaki bu devrim onu çevresinden bir kat daha koparıyordu. Küstah, tedirgin ve yalnız…”
“Marksistim dediği zaman tek işçinin elini sıkmış değildi.”


Uzun yıllar Proudhon’un, Marks’ın ve Engels’in sadık bir müdavimi olan Meriç, zaman içerisinde Materyalizmin varlığa ve hayata yönelik önermelerinin tutarlılığını sorgulamaya başlar. Sınıf teorisinin Türkiye’de birebir karşılığı yoktur ve Sosyalist felsefe ezilenlerin sorunlarına çözüm sunacak kuşatıcılıktan yoksundur.

 Meriç’in Materyalist dünya görüşünden kopuşunu hızlandıran kendine özgü özelliklerine de değinmek gerekiyor. Uzun yıllar şiire ilgi duyan ve romantizm ekolünün eserlerini Türkçeye tercüme eden Meriç gibi bir aydının, metafiziği bütünüyle reddeden bir öğretiyi uzun yıllar boyunca benimsemesi zaten muhaldir. Çünkü şiirin hamurunu oluşturan hüzün, sevgi, firkat ve vuslat duyguları esasında ruhani ve metafizik alanın kapsamında olan terimlerdir. Sevgiyi dahi salt biyolojik dürtülere indirgeyen bir ideoloji ile bir şairin aynı kulvarda yürümesi düşünülemez. Üstat Sezai Karakoç’un da veciz bir şekilde ifade ettiği gibi: “Materyalist şiir olmaz.” Şiir aşkın bir deneyimdir ve varlığını maddeciliğin soğuk dünyasında idame ettirmesi olukça güçtür. Meriç’in bu gerçeği fark etmesi Materyalist felsefe ile arasındaki mesafeyi derinleştirmiştir. Meriç’in Hint mistisizmine ve Doğu bilgeliğine olan ilgisi bu aşamadan sonra artmıştır denilebilir.
Aramaya devam eder. İslam tarihindeki irfan ekolleriyle tanışan Meriç, İslam’ın, ruhu terbiye etmeye yönelik önerilerinin insanın doğasına daha uygun olduğunun bilincine varır. Nefsi temayülleri yok etmeyi değil, kanalize etmeyi; benliği imha etmekten çok ıslah etmeyi ve insanı hayatın edilgen bir üyesi olmaktan çıkarıp etkin bir aktörü haline getirmeyi sağlayan İslam irfanının, diğer mistik öğretilerden daha asil ve hayata müdahil kimlikler oluşturduğunun ayırdına varır.

Meriç’in Osmanlı tarihine yönelik incelemeleri, onda maziye karşı bir tutku oluşturmuştur. Bir tür müphem halden malum maziye kaçış duygusu… Ama bu kaçma ve sığınma yer yer, kuru ve içi doldurulmamış bir savunmaya dönüşür. Osmanlı İmparatorluğu’nun karşı durulamayan bir güç olduğu kudretli zamanlarına duyulan bir özlem… İhtişamlı günlerin ve onu takip eden bozgun akşamlarının sosyolojik arka planını yeterince irdelemeden düzülen uzun methiyeler…
“Coğrafyaları atlas bir kumaş gibi kesip biçerdik; kılıcımızdan kelleler damlardı. Bir biz vardık dünyada bir de küffar…”Çoğu kimsenin hayatında, kendi gerçekliği ile temas kurduğu anlar vardır. Cemil Meriç’in de fazlasıyla etkilendiği karşılaşma anları olmuştur. Kendi gerçekliğini bütün çıplaklığıyla fark ettiği anlar… Yurtiçi gezilerinden birinde bir gencin yüzüne haykırdığı “Sen bizden değilsin!” Hitabında ifadesini bulan sarsıcı bir eleştiri ile alt üst olur... Bu haykırış yaşadığı topluma, coğrafyaya ve teneffüs ettiği kültür iklimine yabancı aydınların eleştirisidir… Batı tarzı bir yaşamın ve düşünce kodlarının gönüllü taşıyıcısı rolünü benimsemiş olan misyoner aydınların tenkidi… Sarsılır…
“Evet, ben onlardan değilim. Ama onlar kimdi? Uçurumun kenarında uyanıyordum. Demek boşuna çile çekmiş, boşuna yorulmuştum. Bu hüküm hakikatin ta kendisiydi.”
   
       
Ve değişim başlar!



Meriç’in yetmişli yıllardan sonraki yazıları incelendiğinde yaşadığı bu değişimin izleri bariz bir biçimde görülebilir. Gerek Kültürden İrfan’a ve Bir Facianın Hikâyesi isimli eserlerinde, gerekse röportajlarında daha sahih, yerli ve İslami bir dile yöneldiği fark edilir.

Sonuç:


Düşünürleri ve toplum önderlerini yaşadıkları “düşünce evriminden” bağımsız olarak ele almak yanlış çıkarımları beraberinde getirir. Düşünce ve fikri gelişim, hayatın bir döneminde sabitlenemeyeceğine göre; aydınları değerlendirirken onların yaşadıkları bilgilenme serüvenlerini göz önünde bulundurmak kaçınılmazdır. Aksi halde bir düşünürün herhangi bir tezini, o düşünürün makro bilgi düzleminden bağımsız bir şekilde ele almak ve hakkında genel bir hüküm vermek yanılgısına düşebiliriz. Elbette süreç önemlidir. Ama süreçten daha önemli olan gelinen noktanın neresi olduğudur.

Türkiye gibi köklü bir epistemolojik kopuş yaşamış olan toplumlarda, nitelikli düşünce adamı yetiştirmek oldukça zor ve sancılıdır. Bu nedenledir ki zaafları, açmazları ve tutarsızlıklarına rağmen kaygı sahibi aydınlarımızı daha yakından tanımak vicdani ve ahlaki bir mesuliyettir. Meriç geride büyük bir külliyat bıraktı. Ömrünü tozlu kütüphanelerin ve devasa kitap yığınlarının arasında geçirmiş olan bu bilgi aşığını bir kez daha rahmet ve minnetle anıyoruz.

Şüphesiz evveli, ahiri ve akibeti en iyi bilen sadece Rabbimizdir.


EMİN MANSURİ / Özgür İrade

Cemil Meriç, birkaçı dışında, İslam dünyasının aklı önceleyen düşünürlerini ve akılcı damarını adeta görmezden gelmiştir. İbn-i Sina’ya, Farabi’ye, Kindi’ye, Nazzam’a, İbn-i Hazm ve nice seçkin filozofa yabancıdır Meriç. İstisna olarak mezkûr kuşağın önemli isimlerinden olan İbn-i Haldun’un onun eserlerinde ayrı ve ayrıcalıklı bir yeri olduğu görülür. İbn-i Haldun’u tanıması Meriç’in düşünce dünyasında önemli değişimlere yol açmıştır. Mukaddimeyi oldukça derinlikli bir şekilde irdeleyen Meriç, birçok eserinde Mukaddime’ye göndermelerde bulunur ve kitabın müellifine olan hayranlığını açıkça ifade eder. Meriç’in İslam kültür mirası ile tanışması büyük ölçüde Mukaddime üzerinden gerçekleşmiştir.



DEMOKRASİ

Cemil MERİÇ, HİSAR Dergisi Sayı 98, Şubat 1972

Katıksız demokrasi, ayak takımının despotizmidir, diyor Voltaire. Demokrasinin temeli hırstır, diyor. Demokrasi adaletin temelidir, Vacherot'ya göre. Proudhon'a göre, ruhani ve cismani bütün iktidarların sona ermesidir. Thierry için toplumun hayatıdır demokrasi. Tocqueville için, demokratik cumhuriyetlerin sonu manevi bir alçalıştır.

İki asır önce basılan bir ikonoloji kitabı, nazenini bir kadın olarak tecessüm ettirmiş: alnında asma yapraklarından bir taç, sırtında kaba saba giysiler; bir elinde nar, ötekinde yılanlar. Her çağ kendi rüyalarını, kendi emellerini söyletmiş kelimeye, her demagog kendi yalanlarını. Uğrunda sel gibi kan akıtılmış.

Nedir bu demokrasi? Homeros'un ahretindeki canlılar gibi, dokununca kaybolan bir hayalet mi? Genç bir sosyolog, demokrasiyi diğer siyasi rejimlerden ayıran ve yalnız ona ait olan önfaraziye nedir, diye soruyor: Hürriyet. Hürriyet, demokrasinin başlangıcında var; derece kabul etmez, kayıtsız şartsızdır. Hürriyeti meçhul bir istikbalde fethedilecek bir nesne olarak gösteren, diktatörlerdir sadece. Demokrasinin önfaraziyesi olan hürriyet, demokrasinin amacını da belirler: Eşitlik. Eşitlik gerçekleşemez, gerçekleşirse hikmet-i vücudunu kaybeder. Yerini anarşiye bırakır. Kısaca, demokraside hürriyet başlangıçta vardır, oysa eşitlik ulaşılması gereken bir amaçtır. Demokrasinin “ideal tipi” (saf tipi) budur, yazara göre. Demokrasiyi kavram olarak aydınlatmak, rejimin mantığını veya teorisini belirlemek isteyen bir tanım bu. Tarihteki demokrasileri anlamak ve demokrasilerin özlerinden ne kadar uzaklaştıklarını tayin etmek için onları bu saf tiple karşılaştırmak gerek. (Bk. J. Freund, Le Nouvel Age, édit. M. Riviére, 1970)

İslâmiyet, bir teokrasidir, diyor Gardet, laik bir teokrasi, daha doğrusu bir nomokrasi (kanun hakimiyeti). Bu teokrasi, Kuran hükümlerinin hem tesbiti, hem de dünyevî ve siyasi planda genişletilmesidir. İslâmiyetin siyasî felsefesi iki kutupta toplanır: otorite ve eşitlik.

İslâmiyette otorite ile iktidar arasında ananevi bir ayırım yok. Umumiyetle ikisi de bir vakıa olarak kabul edilir. Ruhani iktidar Kuran bilgisine dayanır; Kuran'ı ve Sünneti bilen her müslüman, öteki müslümana eşittir. Ruhanî ile cismani içiçedir. İdeal İslâm sitesinde bütün müminlerin belli hakları vardır. Ehliyetleri olmak şartıyla sitenin bütün makam ve mevkilerine geçebilirler. Mevkiler ayrıdır, içtimai durumlar farklıdır, ama müminlerin mümin olmak haysiyetiyle hakları eşittir. İslâmda a priori bir imtiyaz ve sınıf mefhumu yoktur.

Hristiyan dünyasında söz konusu olan ilk büyük değer, insan kişiliği ve hürriyetidir. Sosyal hiyerarşi, tabiî hiyerarşinin bir uzantısıdır. Eşitlik nisbîdir.

Oysa, hür insan kavramı, İslâm için hukuki bir kavramdır, meteafizik bir kavram değil. Hürriyetin temeli, İslâm camiasının bütün üyeleri arasındaki çok güçlü ve sürekli bir inanç: tam bir hak eşitliği olduğu inancı. Bütün müminler, kanun karşısında eşittirler, çünkü kardeştirler. Kulun bütün haysiyeti mümin oluşunda; kul, mümin olunca hukukî bir statü kazanır, dilenciyi halifeye eşit kılan bir statü. İman Tanrı ile kul arasında tek taraflı bir mukavele. Mukavelenin kula yüklediği görev: Rabbin birliğini ikrar.

Hristiyanlığa göre, her otoritenin kaynağı Tanrı'dır. İslâmiyet her otorite Tanrı'dan gelir demekle kalmaz, Tanrı'nın dışında otorite yoktur, der. Hükmeden Tanrı'dır, bu hakimiyet devredilemez. Tanrı her cismanî şefi, otorite ile doğrudan doğruya teçhiz eder. Şef, seçimle gelse de, durum değişmez. Yani Tanrı'nınkinin dışında gerçek bir cismanî otorite yoktur. Vardır demek, Tanrı'ya şerik koşmak olur. Şef, Tanrı'nın aletidir sadece. Halk, geniş bir tenkit hakkına sahiptir. Hükümet tasarruflarını istediği gibi eleştirir, ama onlara itaat etmekte devam eder. İslâmiyette her türlü istibdada, ahkâm-ı Kuraniye dışındaki her türlü keyfîliğe isyan etmek için birçok yollar vardır. Hak esastır.

İnsanlar doğuştan eşittirler, çünkü kuldurlar, fanidirler. Menfî bir eşitlik bu, hiçbir değer belirtmez. Sonra iman sayesinde yeni bir eşitlik kazanır, kardeş olurlar. Rabbin lütuflarından aynı ölçüde faydalanacaklardır: hukukî ve müspet bir eşitlik.

Kitap sahibi kavimler, İslâmın üstünlüğünü kabul etmek ve ona cizye ödemek şartıyla hudutlu fakat garantili bir hakka layık görülürler. Bu himaye ümmetin bir civanmertliğidir. Bir nevi misafirperverlik. Himaye edilenlerin daha az vazifeleri vardır, onun için hakları da daha azdır. Dinlerini devam ettirebilir, kendi kanunlarını uygulayabilirler.

Putperestlerin camiada yeri yoktur. Ama müslümanlar zaman zaman onları da korumuşlardır. Her kâfir veya putperest İslâmiyeti kabul eder etmez, misak'a dahil olur. İslâm cihanşümul bir dindir, bütün insanlara hitap eder. Kast da tanımaz, gerçek müslüman nazarında sosyal sınıf diye bir şey olamaz. Servet veya mevki ciddi bir değer taşımaz, her Müslüman her Müslümana eşittir.

Teşriî magister (emr) Kuran'ındır. Kazaî magister (fıkıh) bütün müminlerindir. Kuranî okur, ezberler ve ona göre hareketlerini ayarlarlar. Bir de icra kuvveti (hükm) var: hem medeni, hem dinî. Hükm, yalnız Allah'ındır. Bir aracı tarafından (şef) yürütülür. Bu şefin ne kazaî , ne teşriî bir gücü vardır.

Vatandaşlığı yapan kan ve toprak birliği değil, inanç birliği. Ümmetin avrupa dillerinde karşılığı yok. Hem siyasî hem dinî bir bağ bu. Kuran hem bir ibadet kitabı hem bir anayasa. Kuran'ın muhatabı bütün insanlıktır. Müslüman camiası milletlerüstü bir topluluk değil, dünyada yaşamak hakkına sahip tek “millet”tir. Fıkha göre her Müslüman bulunduğu herhangi bir Müslüman ülkenin vatandaşıdır. (Bk. L.Gardet, La Cité Musulmane, Vrin, 1969).

Görüyoruz ki, İslâmiyetin anahtar-kavramı, eşitlik. Bu bir amaç değil, bir hak. Hürriyet, eşitliğin bir başka adı veya görünüşü. Sınıf kabul etmeyen bir dinde imtiyaz kabul etmeyen bir dinde kimin kime karşı hürriyeti? Batı, hürriyeti bir hata işleme hakkı olarak tanımlıyor. Müslümanın böyle bir hakkı yoktur. Çünkü o ebedi hakikatın, yegâne hakikatın, cihanşümul hakikatın emrindedir.

Gardet haklı: İslamiyet bir nomokrasidir. Batının fethe çalıştığı eşitliği, çoktan gerçekleştirmiş; fikir hürriyetin insanı insana saldırtan bir tecavüz silâhı olarak değil, bir ikaz bir irşad vasıtası olarak kabul etmiştir. Belki gerçek demokrasinin ta kendisidir İslamiyet. Ama Batı'nınkinden çok başka bir ruh ikliminde gelişen, çok başka meseleleri olan bir demokrasi.

24 Şubat 2011 Perşembe

TÜRKLER LİBYA'DAN GİDEMEZ

Libya'nın kaderiyle ilgiliyiz ve ebediyen ilgili olmaya devam edeceğiz.
Ahmet Davutoğlu


İsyan olaylarına kadar, Türk-Libya ilişkileri ne durumdaydı?

Özellikle vizelerin karşılıklı olarak kaldırılmasıyla beraber, Türkiye-Libya arası uçak seferleri on kattan daha fazla artış göstermişti. Türk şirketlerinin Libya’daki yatırımları 15 milyar doları geçerken ihracatımız da iki milyar doları aşmıştı. 25 bin Türk vatandaşı daimi olarak iş maksadıyla bu ülkede bulunmaktaydı.

Yani Türkiye açısından işler tıkırındayken Libya’da isyan hareketleri patlak verdi.

Kaddafi'nin oğlu Seyfulislam 'Libya'yı İtalyanlara ve Türklere bırakmayacağız' şeklinde beyanat verdi. New York Times’dan Landon Thomas, Viyana’da yüksek lisans ve Londra’da doktora yapan Seyfulislam için “Batı-dostu” bir sima ifadesini kullanmıştır. Seyfulislam’ın sivil toplum konusunda yazdığı doktora tezinin intihal (çalıntı) olduğu iddia edilmektedir.

Libya’nın yüzölçümü Türkiye’nin iki mislinden daha fazladır. İspatlanmış petrol rezervleri bakımından 41 milyar varille dünya onuncusudur. Akdeniz’e 1170 kilometrelik sahili bulunmaktadır.

1551 yılında Osmanlı hâkimiyetine giren Libya, 1911 yılında İtalyanlar tarafından işgal edilmiştir. Günümüzde de, başkent Trablus’un en önemli meydanı olan Yeşil Meydanda Turgut Reis’i temsil eden bir heykel bulunmaktadır. Bunun haricinde, Osmanlılardan kalma pek çok tarihi eser vardır.

İtalyanlar, iki dünya savaşı arası yıllarda ülkede korkunç katliamlar yapmıştır. Antik Yunanlar tarafından bütün Kuzey Afrika için kullanılan “Libya” ismini de, İtalyanlar takmıştır.

Eğer Osmanlı olmasaydı, belki de bugün Libyalılar Hıristiyan olurdu.

Bir tarafta, Libyalılara milli-manevi kimlik ve sayısız eser bırakan Osmanlı; diğer tarafta ise Libyalı bedevilerin yarısından fazlasını katleden, ülkedeki İtalyan nüfusunu %20’ye çıkarıp asimilasyon politikası izleyen ve memleketin ismini bile değiştiren İtalya!

Seyfulislam’ın Türklerle İtalyanları aynı kefeye koyması, büyük bir talihsizliktir.

Ahmet Davutoğlu gayet yerinde ifade etmiştir. Türkiye Libya’nın kaderiyle ilgilidir ve ilgili olmaya da devam edecektir. Ayrıca Davutoğlu’nun “Türkiye Libya'yı terk etmiyor. Libya'da en kısa sürede kamu düzeni sağlandığında vatandaşlarımız geri dönecek. Biz Libya'nın kaderini kendi kaderimiz gibi görüyoruz. Onların burnundan gelecek bir damla kanı bizim kardeşlerimizin vatandaşlarımızın kanı ile eşit sayarız” demesi Seyfulislam’a adeta bir cevap olmuştur.


KADDAFİ VE LİBYA DEVRİMİ

Libya’da geçtiğimiz Salı günü başlayan hükümet ve Kaddafi karşıtı protestolar gün geçtikçe kana bulanıyor. Başbakan Bağdadi El Mahmudi ve ülkeyi 41 senedir fiilen yöneten Muammer Kaddafi’nin istifasını isteyen göstericiler, keskin nişancılar tarafından kurşunlanırken, onlarca kişi gözaltına alındı. Hükümetin iletişim araçarını bloke etmeye çalıştığı da gelen bilgiler arasında.

Peki Kimdir bu Kaddafi:

Libya Üniversitesi Hukuk Fakültesi Tarih Bölümü’nü bitirdi (1963). Daha sonra Bingazi’deki Askeri Akademi’ye girdi. Mezun olduktan sonra İngiltere’ye giderek askeri alanda uzmanlık eğitimi gördü (1966). 1956′da Arap milliyetçiliğinden etkilenerek antisiyonist hareketlere katıldı. Okul arkadaşlarıyla birlikte, ileride Özgür Subaylar Hareketi adını alacak gizli bir örgüt kurdu (1959). 1969′da yüzbaşılığa yükselen Kaddafi, bu gizli örgüte dayanarak, Kral I. İdris’e karşı darbe yaptı (1 Eylül 1969). Albay rütbesi alarak silahlı kuvvetler komutanı oldu. Devrim Komuta Konseyi adına denetimi ele geçirip anayasal kuruluşları feshetti. İslam ilkelerine dayanan yeşil sosyalizm kuracağını açıkladı. Arap birliği için çalışacağını, bağımsız ülkelerle birlikte ırkçılığa, sömürgeciliğe ve toplumsal ezgiye karşı çıkacağını söyledi. ABD’nin Kaddafi’yi tanıması üzerine kral görevini terketti (7 Eylül 1969).

Cemal Abdülnasır’ı örnek alan Kaddafi, Mısır’da gerçekleştirilen reformları kendi ülkesinde de uygulamaya başladı Yeni anayasa hazırlanınca başbakanlık ve savunma bakanlığı görevlerini üstlendi (16 Ocak 1970). İngiliz askeri üstlerini ve birliklerini ülkeden çıkardı. Petrol şirketlerini ulusallaştırdı. İtalyan ve Yahudi azınlığın mal varlığına el koyarak onları göçe zorladı.Kıbrıs Barış Harekatında ABD’ye kafa tutarak, Türkiye’ye yardım etmistir. Nasır’ın ölümünden sonra Arap dünyasında onun rolünü üstlenmeye çalıştı. Kimi Afrika ülkelerindeki Müslümanlara ve Arap ülkelerindeki sol eğilimli hareketlere destek oldu. SSCB’yle yakın ilişkiler geliştirdi. Afrika Birliği Örgütü’nün dönem başkanlığını yaptı (1982-1983).

Özgür Subaylar Hareketi
Libya Üniversitesi’nde tarih okuduktan sonra askeri akademiye giren Kaddafi’nin düşünceleri, o zaman pek çok Arap ülkesinin ordusunda olduğu gibi Mısır lideri Cemal Abdülnasır’ın etkisiyle şekillenmeye başladı. Siyonizm ve İsrail karşıtlığı ile Arap milliyetçiliğini bir araya getiren düşüncesiyle ilk politik eylemlerine 1956 yılındaki Süveyş Krizi sırasında girişti. Daha askeri akademideyken Abdülnasır’ın krallığı devirmesine giden yolu açan “Özgür Subaylar Hareketi” benzeri cunta faaliyetlerine girişti. İleri askeri eğitimini ise İngiltere’de tamamladı.

1 Eylül 1969 tarihinde, Kaddafi’nin başında bulunduğu bir grup subay, Libya Kralı İdris sağlık sorunları nedeniyle Türkiye’de tedavi görürken yönetime el koydu ve İdris’in yeğeni Seyyid Hasan er Rida el Mehdi es Sanusi’yi tahttan indirerek ev hapsiyle cezalandırdı. Libya’da monarşi devri kapanmış ve Libya Arap Cumhuriyeti kurulmuştu

Monarşiyi ortadan kaldıran subayların lideri Muammer Kaddafi, biraz abartılı bir şekilde “çağın yeni Che Guevara’sı” olarak adlandırılırken, Arap dünyasında emperyalizm karşıtı birçok örgütün gözünü diktiği ve etkilendiği liderdir artık. Emperyalizme karşı mücadele eden silahlı-silahsız birçok kuruma yardım eden Kaddafi, Afrika’daki solcu gerilla savaşlarına da maddi ve ideolojik desteğini esirgememişti.

Kaddafi’nin başkanlık ettiği bir Devrimci Komuta Konseyi Libya’nın yönetimini devralırken, 1970 yılında sıfatlarından birisi de “Başbakan” oldu, buna rağmen 1972′ye gelindiğinde Başbakanlık görevini bıraktı. Genelde düşük rütbeli cunta liderlerinin yaptığı gibi kendisini generalliğe yükseltmekten imtina eden Kaddafi, yüzbaşılıktan albay rütbesine terfi olmayı ise kabul etti.

Gazeteci Nuh Gönültaş, 9 Ekim 1996 tarihinde kaleme aldığı “Kaddafi Türk Harbiyesi’nden mezun” başlıklı yazısında şunları yazar:

“Kaddafi askeri eğitimini Türkiye’de yaptı. 27 Mayıs 1960 darbesi sırasında Kaddafi bir harp okulu öğrencisiydi. Kaddafi Ankara’daki Kara Harp Okulu’nun 1962 mezunudur. Kaddafi ile birlikte Libya’da ihtilali gerçekleştiren Abdüsselam Callud da Türk harbiyesinden mezun. 1962-63 eğitim yılında Harbiye’nin dil okulunda da kurs gördüler. Talat Aydemir Türkiye’de ihtilale kalkıştığında Kaddafi ve arkadaşları harp okulunda eğitimlerini sürdürüyorlardı. İhtilal için havalanan savaş uçakları gökyüzünde dolaşırken Dil Okulu’nun yetkilileri onları koruyabilmek için sığınaklara gönderdi.”

23 Şubat 2011 Çarşamba

BLOGSPOT'TAKİ İLK YAZIMIZ "İSLAMDA MİLLİYETÇİLİK"

İslâmın mensuplarını dâvet ettiği câmia (ümmet) gerçekleştiği takdirde hiçbir müslüman fert ve gurup bu câmianın dışında kalmayacak, ona dahil olacaktır. Milliyet ve milliyetçilik bu câmianın dışında kalmaya ittiği ve sebep olduğu zaman -İslâm yönünden- meşruiyyetini kaybeder. Böyle bir câmia fiilen gerçekleşmemiş veya bozulmuş olursa müslümanların guruplar (bu arada kavimler, bu mânâda uluslar) halinde birlikler, toplum yapıları oluşturmaları birlik ve değerlerini korumak için gerekli tedbirleri almaları tabiî ve zaruridir. Bu zaruretle karşı karşıya bulunan gurup (topluluk, toplum) bugün anlaşılan mânada bir ulus/millet ise milliyetin temel unsuru (kimliğin belirleyici öğesi) İslâm olacaktır. Toplum, mevcut yapısını tarihi bir zaruret ve ârıza olarak görecek, imkânların elverdiği ölçüde ümmet yapısına geçmeyi, bu yapıda birleşmeyi amaç edinecektir. Bu kayıt ve şartlar içinde ve bu mânada bir milliyet ve milliyetçilik meşrûdur ve günümüzde zaruridir.

Bugün dünyada elliden fazla İslâm ülkesi vardır ve müslümanların kimlikleri üç unsurdan oluşmaktadır: Dini, kavmiyeti ve ülkesi. Günümüzde bir müslüman "T. C. vatandaşı, müslüman, Türk", "İran İ. C. vatandaşı, müslüman, Farısî", "A.B.D. vatandaşı, müslüman, zenci" ...şeklinde tanımlanmaktadır. Müslüman hangi ülkenin vatandaşı ve hangi kavmin, etnik gurubun mensubu olursa olsun her şeyden önce müslümandır, sonra bir ülkenin vatandaşıdır, sonra da bir etnik gurubun mensûbudur. Bu sıra bozulmadığı, her bir unsurun hakkı verildiği, amaç bölünme değil, bütünleşme olduğu müddetçe müslümanlar arasında kimlik farkı kısmen tabiî ve kısmen zaruri olarak meşrûdur, zararsızdır, faydalıdır, Kur'an'da yer alan "tanışmanız, tanımlanabilmeniz için sizi guruplara ayırdık" buyruğuna uygundur.

Gerçeğe (vakıaya), bilime ve dine göre insanların tamamı tek bir ırka, etnik ve kültürel kökene dayanmıyorlar; inancımıza göre bir ana ve babadan türemiş olmalarına rağmen, çeşitli sebeplerle sosyal, kültürel ve etnik guruplar oluşmuş, ortaya -halk deyişiyle- yetmiş iki buçuk "millet" çıkmıştır. Kur'an dilinde bu guruplara "kavm, şu'ûb ve kabâil" deniyor. Allah, yarattığı insanları kavim, şuûb ve kabâil olarak farklı kılmasını "te'âruf" hikmetine bağlıyor. Teâruf kelimesi "irfan ve marifet" kelimeleriyle aynı kökte birleşiyor. Buna göre bir kabile, kavim, ümmet...değil, birden fazlası vardır ve bu farklılığın hikmeti, sebebi fert ve topluluk olarak insanların tanınmasını, gerektiğinde birbirinden ayırılmasını, bütün insanlığa ait kültür ve medeniyetlerin farklı renklerinin ve şekillerinin oluşmasını, Allah'ın en büyük eseri olan insanlığın bütün marifetini ortaya koymak üzere yarışmasını...sağlamaktır. Kur'an'da "millet", bir dine bağlı insan topluluğu, bir insan topluluğunu çerçevesine alması bakımından din manasında kullanılıyor. Etnik ve kültürel farklılıklar ise daha ziyade kavm kelimesiyle ifade ediliyor. Ümmet kelimesi de "bir din üzerinde birleşen, aralarında ortak inanç ve değerlerin bulunduğu, birlik ve beraberlik içinde yaşayan bireylerden oluşan topluluk" manasında kullanılıyor (Kur'an'da bu kelimenin başka manalarda da kullanıldığı olmuştur).

İnsanların farklı etnik ve kültürel aidiyetlerinin bulunduğu tabîî (yaratılış gereği) bir gerçek olduğuna göre dinin bunu reddetmesi düşünülemez. Dinin reddettiği ırkçılık (kavmiyet), kendi kavmini, bu manada milletini, dine ve evrensel değerlere göre değil de sübjektif ve hissî değerlendirmeye göre üstün bilmek, başkalarını hor görmek ve egoizme saparak "ötekilere" zulmetmek, hak ve hukuku çiğnemektir. Eğer buna birileri milliyetçilik diyorsa, bu manada bir milliyetçilik de İslam'a aykırı düşer.

Bir fert veya topluluk kendini mesela "kürdüm, müslümanım, filan yerliyim, filan ülkenin vatandaşıyım..." diye tanımlayabilir. Kendini böyle tanımlayan bir fert ve gurup, "bizi biz yapan kürtlüğümüz ve müslümanlığımızdır" da diyebilir; evet o gurubu diğerlerinden ayıran iki önemli özellik bunlardır. Buraya kadar dine aykırı hiçbir nokta yoktur. Ama ben "Kürt, Türk, Arap, Farsî, İngiliz..." olduğum için başkalarından üstünüm, ben imtiyazlıyım..." derse İslam'a aykırı bir değerlendirme yapmış olur.

Müslüman kavimlerden biri de Türkler'dir. Bu kavim (bu manada millet) bin yıldan fazla bir zamandan beri müslümandır. Kendini tanımlarken de yalnızca "Muhammed ümmetindenim, müslümanım" dememiş, bunlara ek olarak "Karahanlı, Selçuklu, Osmanlı..." da demiştir; evet mesela Osmanlıyı başkalarından ayıran iki önemli özellik "müslümanlığı ve Osmanlı Türkü" oluşudur. Türklük "gövde", müslümanlık "inanç, ruh ve düşünce" gibidir; böyle bir tanımlama gerçeğe de dine de uygundur. Türk'ü, Kürd'ü, Arab'ı ve diğerlerini birleştiren unsur dindir, müslümanlıktır; farklı olan özellik dine aykırı bir değerlendirmeye ve uygulamaya tabi tutulmadıkça ortada bir problem de yoktur, olmamalıdır. Bugün Türkiye'de yaşayan insanların kahir çoğunluğu Türk olduğu için (az çoğa tabidir kuralına göre) milletin adına Türk, ülkenin adına da Türkiye demek sakıncalı değildir ve tefrika konusu yapılmamalıdır; ama bu, milletin bütün fertlerine Türk deme sonucunu da doğurmaz.

İnsanın iyi bir müslüman olabilmesi için etnik aidiyetinden uzaklaşması, sıyrılması gerekmez, bu aidiyet içinde iyi bir müslüman olabilmek için başkalarıyla yarışması gerekir; bu şuur ve yarış, adı ne olursa olsun İslam'a aykırı değildir.